Hiç de hoş olmayan bir sürprizle uyandık. Daha doğrusu gece ara ara uyanıp dışarıyı kontrol edince havanın gerçekten de bulutlu ve sisli olduğunu görmüştük ama bunu gecenin soğukluğuna verip gündüz böyle bir tabloyla karşılaşmayız diye ummuştuk. Maalesef, evdeki hesap çarşıya uymadı. Saat 10, 10.30 olmasına rağmen herhangi bir değişiklik yoktu. Acaba İtalya gezimizde bir gol daha mı yiyorduk böylece? İşin kötü tarafı, San Marino’nun en güzel, en görülesi kısmı manzarasıydı. Dağın doruğuna kurulmuş bir kaleydi San Marino, fotoğraflarda, internette gerçekten de güzel görünüyordu ama bize kısmet değildi herhalde.
Her neyse, buraya kadar gelmişken, her ne olursa olsun tepeye çıkmadan geri dönülmezdi. Bulduğumuz bir otoparka arabamızı bıraktıktan sonra, yine her zaman yaptığımız gibi bir harita edindik. Zaten fazla büyük bir yer olmayan San Marino’da ne yapacağımız da belli olmuş oldu. Görülesi bir iki müze ve birkaç yer daha vardı. Müzeler için kombinemsi bir bilet satın alabiliyordunuz. Dışarıda hiçbir şey göremediğimiz için bu müzeleri ziyaret etmeye karar verdik. Bir tanesi dünya savaşlarından kalan silahların ve zırhların sergilendiği bir müzeydi. Gerçekten de ilginç sayılabilecek birkaç tane tabanca ve tüfek vardı. Hatta birkaç örneğin de Türkler’in hediyesi olduğu falan yazıyordu. Burada Almanca’nın faydasını görmüş olduk. İlk defa. (: Gişedeki görevli İngilizce bilmiyordu, her nasılsa, Fırat’ın aklına Almanca’yı sormak geldi. Gerçi gişedeki görevli Almanca da bilmiyordu ama müze içerisindeki görevlilerden bir tanesi bu konuda bizimle ilgilendi. Direk olarak havanın düzelip düzelmeyeceğini sorduk, ama adam da bilmiyordu. Belki diyerek kaçamak bir cevap verdi. Biz de artık pek ümit kalmamıştı zaten. Diğer tarafa, müzeye gittik orası da bir kuleymiş zaten, ama tabii bizim için yine bir manzara yoktu görülecek. Yine de fotoğraflarımızı çektik, kuleye falan da tırmandık. Bundan sonra pek fazla yapacak bir şey kalmamış oluyordu.
İlginç olan diğer bir şey ise, sokaklarda dolaşırken, neredeyse kimseyi görmeyişimizdi. Hafta içi olmasına rağmen, dükkanlar da açık değildi. Buna hiç anlam verememiştik doğrusu. Havanın bu kadar kötü olmasının bir sonucu muydu bu acaba? Gerçekten de açık bir dükkan bulmak zordu, şöyle insanın karnını doyurabilecek bir yer bile göremedik doğru düzgün. En sonunda gitmeye yakın hediyelik eşyaların satıldığı bir yere denk geldik. Buradan çıkardığımız sonuç da İtalya’ya oranla, ve de tabii ki Almanya’ya oranla oldukça ucuz olduğuydu. Ama burada soru işareti olan hâlâ bir husus vardı. O da bu oran sadece bu dükkan için mi geçerliydi yoksa bütün San Marino mu böyleydi bilemiyecektik, başka dükkan bulamıyorduk çünkü.
Normalde bugünün akşamına kadar San Marino’da kalmayı planlıyorduk. Gerek havanın bize yaptığı oyun gerekse ülkenin beklediğimizden de küçük olması sonucunda birkaç saat sonra tekrar dağın eteklerine doğru yola çıkmıştık bile.
Planımıza böylece ufak bir ekleme yapma şansımız doğmuştu. Yolumuzu biraz uzatmış olacaktık ama İmola’ya gitmeye karar verdik. Bu noktada İmola’nın İtalya’ya mı yoksa San Marino’ya mı ait olduğu sorusu oldukça hararetli bir şekilde tartışıldı. (: Carmen’den aldığım haritaya göre, San Marino ülkesi oldukça küçük bir şekilde gösterilmişti, gerek Rimini, gerek İmola bu tahditli bölgenin dışında kalıyordu. Fırat ise daha önce internetten baktığı üzere İmola’nın San Marino’ya ait olduğunu dile getiriyordu, hatta bunu daha San Marino’dan çıkmadan, dağın eteklerine gelmeden bir yerde durup birisine bile sorup ondan da San Marino yanıtını almıştı. Benim de aklımda kaldığı kadarıyla Formula 1 pisti olan İmola için aklımda kalan cümlecik “İmola, San Marino, Grand Prix’i” idi. Bunu yerinde görmek en kesin çözüm olacaktı tabii ki de.
İmola’ya doğru ilerlerken Ferrara kentine de uğramaya karar verdik. Acaba Ferrari’nin burasıyla bir ilgili var mıydı? (!?) Öyle bir şehrin içine girip birkaç tur attıktan sonra, kayda değer bir şey göremeyince ayrıldık.
İmola’da yapacağımız iş sadece Formula 1 pistini bulmaktı. Tabelalar biraz karışık olsa da, çok fazla zorlanmadan pisti bulduk. Ana piste değil ama yine de içerisine kadar arabayla girilebiliniyordu. Hemen arabayı bırakıp fotoğraflara başladık yine. Bu arada hava oldukça güzelleşmiş, güneş falan açmıştı. Ilık bir hava hakimdi, soğuktan, sisten, yağmurdan eser yoktu. Pistte en garibime giden, ne kadar bakımsız olduğuydu. Daha önceden bazı pistlerin yılda sadece bir kez kullanıldığını, diğer zamanlarda temizlenmeyip bakımının yapılmadığını duymuştum. Ama bu kadarını da beklemiyordum açıkçası. Gerçi hâlâ bu pistin Formula 1 takviminde olup olmadığından emin değildim ama devam etmekte olan düzenleme, yenileme çalışmaları, bu yönde bir kanaat oluşturmuştu bende. Her şey ama her şey bakımsızdı, koltuklar, lavabolar, tabelalar, her ne görürseniz toz ve pislik içindeydi. Çok da ilgilendirmiyordu aslında bizi, fotoğraflarımızı çekip tekrar yolumuza devam ettik.
Ana hedefimiz Roma’ydı ama yolumuzun üzerinde olan Perugia’ya da uğrayacaktık. San Marino’dan erken ayrılmamızın sonucu burada tahmin ettiğimizden fazla zaman bulduk gezip dolaşacak. Burası da Rimini’ye benziyordu ama biraz daha büyüktü. Yine akşam varmamıza rağmen kalabalık sayılırdı. İtalya’daki park kurallarını, yasalarını hâlâ çözememiştik. Her bölgenin kendine göre değişik kuralları vardı. Hafta içi, hafta sonu farklı saatler arasında, ücretsiz, bazı saatler arasından ücretliydi. Anladığımız kadarıyla bazen bilet alıyor bazen almıyorduk, başımıza bir şey gelmemişti şu ana kadar da. Burada da ücretsiz tarifenin başlangıcına sadece 15 dakika, yarım saat gibi bir süre kalmıştı, biz de sadece bu süre zarfı için biletimizi aldık, başladık dolaşmaya. Artık telefon/pil şarjları, hafıza kartları tükenmişti, acilen bir internet kafe falan bulmamız gerekiyordu. Öyle ki bunun önceliğini yemekten, karnımızı doyurmaktan bile önceye almıştık, dolaştık dolaştık, bir türlü bulamadık. Yemeğe de gereğinden fazla harcadıktan sonra, -her ne kadar hep tasvip etmesem de McDonalds ve Burger King ana yemek duraklarımızdan olmuşlardı- onlardan da bir eser bulamayınca biraz daha şehri dolaşıp yola çıkmaya karar verdik.
Erol’un Citibank krizi hâlâ devam ediyordu. İtalya’ya geldiğimizden beri bir Citibank bulamıştı. Roma’ya doğru yola çıkmışken, yolun sağ tarafında bir işhanı gibi bir yer gördük ve Citibank işareti, amblemi falan vardı, öyle olunca hemen durakladık. Kontrol ettik ama Citifinancial olduğunu gördük. Yani para çekilemeyecekti buradan da. Hemen yanında internet kafe yazısı vardı ama çoktan kapanmıştı. Bu arada yolun karşısındaki McDonalds’ı görmüştü en azından karnımızı doyuracak, yine böyle bir yerde yiyecekti ama napalım…
Tam içeri girecektik ki hemen yakındaki başka bir internet kafeyi gördük, bunu da içinde insanlar olduğundan fark ettik aslında. Yemeği hemen tekrar ikinci sıraya iterek, şarj aletlerini alıp daldık içeriye. Yine kimlik engelini geçtikten sonra bilgisayar önündeki yerimizi aldık. Venedik’e oranla kafe fiyatları da bayağı bir uygundu. Telefonları, pilleri her şeyi sarj edip kartlardaki fotoları da usblere aktardıktan ve de ailelerimize kısaca görüştükten sonra burada görevimizi tamamlamış oluyorduk.
Mc amcada da karnımızı doyurduktan sonra tekrardan atladık arabaya, Roma’ya kadar uzun bir yolumuz vardı. Yine Venedik’te yaptığımız gibi yapacak, şehrin içine kadar girmeden, yakınlara bir yere kadar gelip geceyi burada geçirip park parasından yine yırtmayı umuyorduk.
Öyle de yaptık, yine kamyonlar, tırlar için konaklama, geceleme yerlerinden birine biz de kapağı attık. Böyle açıkta kalınca tabii hava da biraz daha soğuk oluyordu daha önceden de bahsettiğim gibi, nitekim biz de çoktan bu konuda tecrübeliydik. Önümüzdeki 2 günü Roma’da geçirmek üzere koltuklardaki yerlerimizi aldık…
Bu yazı toplamda 10590, bugün ise 2 kez görüntülenmiş.
Leave a Reply