buyruk | net

to Infinity and Beyond!

Brend’e Doğru Bir Trekking

| Filed under Almanya

Evet, köyde yaşıyorduk yaşamasına ama bunun bazı iyi yanları da vardı tabii. Pek görmeye pek alışkın olmadığım temiz bir hava ve gözün alabildiğince uzanan yeşil. Bunları daha iyi bir şekilde tatbik edebilmek için bölgenin en yüksek dağı olan Brend’e doğru trekkinge başlamıştık bir Cumartesi sabahı. Bölgenin de genede yağmurlu olması, güzergahın da toprak/çamur olma ihtimalinden bot giymeye karar vermiştim. Neredeyse onları giydiğim ilk sefer olacağından biraz da çekinceliydim ama yine de tercihimi onlardan yana kullandım. Sonrasında pişman oldum ama elden ne gelir… Havanın yağmurlu olmamasını da fırsat bilerek yeşilin tadını çıkarmaya başladık. Uzun düzlükler boyunca etraf sadece yeşil ve yeşildi. Bunun farkında olan sadece bizler değildik galiba, ineklerimiz de çimlerin çıkarıyorlardı. Az da olsa çamura batarak yolumuzu tamamlamış, yolun sonundaki dinlenme alanında dinleniyor, hafiften atıştırıyorduk. Bazı arkadaşlar da hemen yanıbaşımızdaki kuleye çıkmış etrafı kolaçan ediyorlardı. Biraz atıştırdıktan sonra ben de soluğu onların yanında aldım. Kule fazla yüksek değildi ama manzara fena sayılmazdı. Hatta Alman arkadaşlar Fransa Dağları’nın buradan görünebildiğini söyledi. Gerçekten Fransa sınırına oldukça yakındık ve bu olasıydı. Birkaç fotoğraf çekildikten sonra tekrar yola koyulduk. Geldiğimiz güzergahtan gidecektik yine. Ve bu sefer yokuş aşağı olduğu için daha rahattık. Tahmin ettiğimiz gibi de oldu, gelişimizden daha kısa bir sürede geri, yurtlarımıza döndük. Ciğerlerimiz O2 dolu bir halde hafta sonunun tadını çıkarmaya devam ettik…

Tüm Fotoğraflar için Böyle Lütfen

30 Eylül 2006

Bu yazı toplamda 2735, bugün ise 2 kez görüntülenmiş.

by buyruk | tags : | 0

Konstanz Oktoberfest

| Filed under Erasmus Yurt Dışı

Vardığımız gün olan cumanın hemen ertesi gününde yani Cumartesi Münih’e Oktoberfest için gidecek olan kafiyeye katılmak için oldukça heyecanlanmış, sabah 07 gibi kalmamız gerekse de yol yorgunu olsak da bir gün boyunca uyumamış olsak da içimizdeki adrenaline güvenip saatlerimizi kurmuştuk. Tabii ikimizin birden atladığı bir nokta vardı. Uçaktayken saatlerimiz geri almayı ihmal etmemiş ama tabii ki cep telefonları kapalı olduğu için onları unutmuş ve indikten sonraki telaş sebebiyle de durumdan tamamiyle bihaber hale gelmiştik. Hal böyle olunca da ikimiz de kalkmamız gerekenden bir saat önce kalkmış, bizim yurttaki kafileyi kolaçan etmiş, ortada kimseyi göremeyince, gece içip içip şimdi de iyice sızdı herhalde bunlar diye düşünüp tekrar yatağın yolunu tutmuştuk. Tabii geç de olsa, bu komik durumun farkına varıp halimize gülüp sonra da üzülüp Oktoberfest’in içimizde uktemsi bir hal almasına da engel olamamıştık. Ama şans mı kader mi diyelim bilemiyorum, sadece bir hafta sonra Oktoberfest’in bu sefer Konstanz ayağına gitmeyi kafasına koymuştu bizim maceracı ekip. Bu sefer saatlerimizi de doğru ayarladığımızı bilerek kendimize daha bir güven duymaya başlamıştık biz de :p Cumartesi sabahı da herkes ile aynı saatte kalkmayı başarıp hep birlikte Bodensee’nin hemen kıyısında, İşviçre ile Almanya’nın kucaklaştığı Konstanz’a doğru yola çıkmıştık. Sevgili köyümüz Furtwangen’a Almanya gibi bir ülkede tren bile gelmediği için ilk önce otobüsle yakındaki tren istanyonlarının birine oradan da Konstanz treni vasıtasıyla cumartesimizi geçireceğimiz yere gelmiştik. İner inmez, burasının da Furtwangen’dan büyük olduğu anlıyor, biraz medeniyetle karşılaşmanın tadını çıkarma yarışına giriyorduk. İlk gördüğümüz mercedes ve bmw taksilerdi. İstanbul da falan arada lüks olmaya yakın taksiler görmüşlüğüm vardı ama bu kadarını da görmemiştim, pek hayal de etmezdim açıkçası. Zaten şoför amcamız da cama iliştirdiği notta, “Normal Taksi Ücreti” diye yazarak, şaşkınlıklara bir dur demek niyetindeydi sanırım. Daha sonra erkenden bir festival alanını görelim diyip hareketlendik yine. Festival alanı direl İsviçre sınırındaydı. Arada doğal olarak fiziksel herhangi bir sınır bulunmuyordu. İsteyen gayet gönül rahatlığıyla geçebiliyor. Tekrar festivale dönersek, akşam başlayacak olan bira selinden önce çeşitli gösteriler düzenlemişlerdi. Festival Programı’nda da görebileceğimiz gibi, midilli gösterileriyle başladık biz de festival maceramıza, daha sonra midillilerin abileri geldi, onlar da birtakım gösterilerde bulundular. Biz de tabii bu kadar kişneme sefası yeter, akşama biralarla görüşürüz diyerekten festival alanından geçici olarak ayrıldık. Tabii ilk iş olarak karınlarımızı doyurma kararı aldık. 20 kişilik bir grup olunca herkesin zevkine uygun bir şey bulmak gerçekten zorluyor insanı. Böyle durumlarda da daha fazla kasmayıp bir fast food dükkanına atıyoruz kapağı. Normalde benim de gitmek istemeyeceğim türden bir yer oluyor ama napalım. Bu gezi boyunca ilginç noktalardan biri de, koca 20 kişilik toplulukta İspanyolca bilmeyen sadece 3 kişinin olmasıydı. Zaten 2 kişi Erol ile bendim. Geriye de Fransız bir eleman vardı. Bu grupta İngilizce, Almanca bilen bu sayıda insan yoktu. Ve biz Almanya’daydık, gerçekten enteresan. Sonrasında bir elektronik market aramaya koyulduk. Almanya’da bayağı yaygın olan Media Markt şubelerinden birinin yakınlarda olduğunu öğrenip aramaya koyulduk. Kime sorsak, her nasılsa, aşağı yukarı aynı yönü aynı yeri tarif etti. Biz de usanmadan 2 saat boyunca aradık da aradık. Sonunda karşılaştığımız ne diye sorarsanız, Foto, tekrar festival alanına geri tabii buradan da. Bu noktada yine vatandaşlarıma değinmeden edemeyeceğim doğrusu. Bu Media Markt macerasında, adres sorduklarımız insanlardan bir grubu da Türk çıktı. İşin garip tarafı, benim yerime yanımdaki esmer Brezilyalı arkadaşı Türk sanarak, “Türk müsün?” diye şanslarını denemeleri oldu. Ben de evet diyince, ufak bir afallama oldu ama alıştım bunlara. Hiç Türk gibi görünmüyormuşum. E ben de ne diyorum cevap olarak: “Nasıl göründüğün değil, nasıl hissettiğin.” (: Sonuç olarak bir şey bulamadan geri dönmüş olduk ve sabah kadar treni bekleyeceğimiz için bu kadar erkenden yorulmak hiç de işimize gelmemişti ama yapabileceğimiz fazla bir şey de yoktu açıkçası. Sonrasında şehir merkezine geri döndük. LAGO alış veriş merkezinin önünde tekrar grubu toplamaya çalıştık. Aynı zamanda da insanları gözlemlerken, Avrupalılar’ın genel olarak bisiklete olan yakınlığını burada da onaylama fırsatını buldum. Hatta sanırım bisiklet ile o kadar fazla zaman geçiriyorlar ki, işlerini kolaylaştıracak bazı icatlara da imza atmışlar. (: Buradan lütfen. Bu gördüğünüz şeyde çocuklarını, daha doğrusunu bebeklerini taşıyorlar. Birkaç kere bu kadarcık şeyin içine 2 bebek bile koyduklarına tanık oldum. Benim için fazlasıyla beklenmedik ve de aynı zamanda tehlikelere gebe bir durumdu. Ama nedense herkes benim gibi düşünmedi, bazılarınınsa oldukça hoşuna gitti bu eklenti. (: Grubu topladıktan sonra, hava daha kararmamış olmasına rağmen yine festival alanını kontrol etmek istedik. Oyunun asıl yerinin oynanacağı çadır beklediğimden daha büyüktü. Erken bir saatte gittiğimiz için çoğu da boştu. Yine de oturup hem bir dinlenelim hem de bir bira içilim diyerekten çöktük masalardan birine. İlerleyen dakikalarda yanımıza Alman bir amca çöküverdi. Söyledikleri de pek seçilmiyordu en azından ben pek bir şey anlamamıştım ama yanımızda İsviçreli bir iki eleman olduğu için bize yardımcı oldular. Adam dediğine göre bölgedeki üniversitelerden birinde matematik hocalığı yapıyormuş. Bunun da etkisinde kalarak, bizlere bir iki tane bulmacamsı sorup bilene 20€ vereceğini söyledi. Şans eseri de gruptaki elemanlardan biri soruyu daha önceden biliyormuş, böylelikle 20 €’yu kapmış olduk. (: Daha sonra 5€’luk bir soru daha geldi, onu da bilince, artık para vermekten vazgeçti. Hatta daha sonrasında çeşitli yollarla bir kısmını geri almaya çalıştı ki bunların hemen sonrasında ayrılmıştık çadırdan.

Bir iki kafeye uğradıktan sonra havanın kararmasıyla birlikte tekrar rotamızı çadıra yönelttik. Bu sefer geçenkinin aksine içeri insan doluydu, gerçekten de iğne atsan yere düşmeyecek şekilde nitelenebilirdi. Türkiye’nin aksine buradaki böyle bir eğlenceye katılan insanların yaş standart sapmaları çok genişti, genci, yaşlısı doluşmuştu içeriye. Tabii ki Almanca şarkılar çalan grubun eşliğinde biz de Almanlar’l bir olup eğlendik, gecemizi güzel bir şekilde geçirdik. 24’ten sonra, özellikle de grubun çalmayı bırakmasıyla çadır hızlı bir şekilde boşaldı. Ama bizim için sorun şimdi başlıyordu. 5 dakika öncesine kadar ne güzel eğlenirken, şimdi biraz üşüyüp fazlasıyla da beklememiz gerekecekti. Çünkü sabah 5’e kadar tren yoktu. Hazır gazı almışken, geceye bir diskoda devam etmek istedik. Elemanlardan birinin “Ben bir tane biliyorum, oraya gidebiliriz.” demesiyle, rotamız belirlenmiş oldu. 20 dakika sonra “Nerede yav bu yer?”, sesleri hafiften kendini belli etmeye başlamıştı. Bir 20 dakika sonra bu mırıltılar biraz daha yüksek sesle çıkmaya başlıyordu ki, hedefe varmıştık. Giriş ücretinin 5€ olduğunu öğrendik. Bu beklendik bir şeydi. Ama geriye sadece 1, 1.5 saatimiz kalmıştı ki, bu süre için hem de yorgun iken böyle bir miktarı vermek istemedik ve taksiyle istasyona geri döndük. Bu sefer de istasyon kapalıydı, dışarıda, istasyonun önünde uyuklamaya çalıştık ve trenin geldiğini görünce kompartmanlardaki yerimizi alıp biraz daha konforlu bir yerde eylemsizliğimizi devam ettirdik. Bazı arkadaşlar sağ olsun, fazla uyumayıp aktarmaları da takip edince bir sorunla karşılaşmadan 09.30 gibi köyümüze geri dönmüş olduk. Yurtlara varınca da, bu sefer biraz daha komforlu bir yerde imkanımız vardı, bunu da değerlendirmekten geri kalmadık tabii…

23 Eylül 2006

Tüm Fotoğraflara Ulaşabileceğiniz Adres

Bu yazı toplamda 3648, bugün ise 0 kez görüntülenmiş.

by buyruk | tags : | 1

Fotoğraf Galerimiz Açılmıştır!!!

| Filed under Hayat

Almanya’ya gelmemle birlikte, çektiğim fotoğraf sayısının logoritmik şekilde artması sonucunda, bunları sergileyebilmek için çaba göstermeye başlamıştım. İlk önce bu konudaki en ünlü ve yaygın site olan flickr’ın kapısını çalmak üzereydim ki, hali hazırda kullanıcısı olan arkadaşlarım, limitin çok düşük olduğunu söyleyince, hemen daha adımımı atmadan vazgeçtim. Sonra Google’ın son dönemlerdeki atılım ataklarında kendisine yer edinen Picasa ile ilgili kamuoyu yoklaması sonucunda, limitin diğerine oranla oldukça fazla olduğu ama diğer google ürünleri gibi bunun da beta olmasının bir sonucu olarak, ziyaretçilerin yorum giremediklerini öğrendim. Bir fotoğraf sitesi için geribildirim çok önemli, vazgeçilmez bir unsur. Bu sadece fotoğraf için değil, fotoğraf gibi, insanların bir nevi veya doğrudan kendi emeği olan ürünlerin hepsi için geçerli. Ama elimdeki fotoğrafların çokluğunu ve zaman darlığı da göz önünde bulundurarak picasa’dan yana kullamıştım tercihimi. Maalesef ki daha sonra, çekincelerime neden olan yorum özelliğinin noksanlığı canımı sıkıyor ve beni başka arayışlara itiyordu. Sonunda en iyi çözümün problemi kendi kendime halletmenin olacağına kanaat getirdim. İlk önceleri basit de olsa php ile kendim bir betik yazmayı düşünüyordum. Ama sonrasında, gerek buna yeterince vakit ayıramamın, fotoğrafların biriktikçe birikmesinin sonucunda hazır betik arayışlarına yöneldim. Yaptığım test ve denemelerin sonucunda, Coppermine’in en kapsamlı ve verimli olan olarak diğerlerinden birkaç adım önde yer almıştı. Üstüne de güzel bir tema bulup sunuma hazır hale getirdim. Fotoğrafları da yükleyince işlem tamamlanmış oldu. Sizleri böyle alalım:

http://foto.buyruk.net

http://www.buyruk.net/foto/ 

Bu yazı toplamda 3195, bugün ise 4 kez görüntülenmiş.

by buyruk | tags : | 5

Almanya’da (Yurt Dışında) İlk Günler

| Filed under Yurt Dışı

Germanwings’in biletlerde koltuk numarası belirtmeyip uçağa iett muamelesi yapması sonucunda, küçük bir yer bulma sorunumuz oldu. Sonrasında şu an da aynı Furtwangen köyünde bulunduğumuz Fırat Güder ile karşılaştık. Böylelikle benim daha önceden iki saat olarak bildiğim fakat aslında 3 saatlik olan uçuş maceramıza başlıyorduk. Yola pencere kenarında başlamama rağmen saat gecenin 04.00’ü olduğu için izleyecek görecek bir şey pek yoktu, zifiri bir karanlıktı sadece gözün alabildiği. Sadece kalkıştan hemen önceki hızlanma, eylemsizliğin verdiği koltuğa gömülme ve de yükseliş anındaki ışıkların, binaların hızla küçülmesi gözden ıraklaşmasının içimdeki tuhaf yansımasıydı aklımda kalan. Yolculuk sırasında Furtwangen’dan, Almanya’dan, daha önce neler yapıp neler ettiğimizden, Almanya planlarından konuştuk. Aynı zamanda da zaten fazla uzun olmayan yolun da sonuna gelmiş olduk. Uçakta kendini belli etmeye başlayan Türkiye/Türk belirtileri, Stuttgart havalimanında iyice doruğa yaklaşıyordu. Uçakta bile Türkçe anons duyamazken, havalimanında gerek anons gerek tabelalarla Türkçe’mi unutmaya fırsat bile kalmadan tekrar tazelemiş oldum. Hatta bazen İngilizce bilmek yerine Türkçe bilmenin daha faydalı olacağını düşünmeme neden olacak durumlarla karşılaştım. Zaten ilk karşılaştığım Alman olan pasaport memurunun “Günaydın” diyerek beni karşılaması, benim de tamamen Almanca’ya odaklanmam sonucunda, memurun suratına bön bön bakmam, dakika 1 gol 1 türündendi. Sonra asıl macera başlıyordu. Metroya binip gidebileceğimiz en hızlı ve en ucuz şekilde Triberg’e gitmemiz gerekiyordu. Biraz uğraştan sonra -3 kişi olmamıza rağmen 8, 9 bavulumuzun olması hareketliliğimize, dolaşmamıza sekte vuruyordu- metro biletlerimizi alıp akabinde kendimizi metroya attık. Almanya’da metroların Türkiye’den farklı bir özelliği de, trene binerken herhangi bir kontrolden geçmemek. Herhangi bir turnike bulunmuyor kesinlikle, kontrolör trende dolaşıyor biletinizi kontrol edip onay veriyor. Sanırım biletiniz yoksa ya tren içinde yüksek maliyetle biletinizi alıyorsunuz –ki henüz emin değilim- ama trenin içinde okuduğum bir yazıya göre de en az 40€ olmak üzere cezalandırılıyorsunuz. Tabii bazı zamanlarda veya kısa mesafeli yolculuklarda kontrolöre denk gelmiyebiliyor, yakalanmayabiliyorsunuz. İş biraz da şansınıza ve macera ruhunuza kalmış. Biraz adrenalin istiyorsanız yapmanız gereken belli. O metro senin bu tren benim derken, 3 aktarma yapmamız gereken yolda, sonuncusuna kadar şansımız yaver gidiyordu. Son seferde 2 durağın isminin neredeyse aynı olması, kafamızı karıştırdı ve 1 durak erken inmiş olduk. Sonraki tren de tabii hemen gelmiyordu, bir süre de onu bekledikten sonra bu sefer, doğru durakta inip son vasıtamız olacağını umduğumuz otobüs durağına geldik. Durakta bizim gibi okula gitmeye çalışan 10, 15 öğrenci vardı. Burada da bir Türk ile daha tanışıp kafileyi 4’lemiş olduk. Sonrasında otobüs şoförüyle kurduğumuz iletişimsiden sonra bu sefer doğru durağı bulmakta zorlanmadık –onca kişiyiz zaten- bir de şoför de bu kadar kişinin okula gideceğini anlamıştı zaten çoktan. J Okul durağında da yine bir sürü ne yapacağını bilmeyen, şaşkın öğrenci grubuyla karşılaştık. Sonrasında öğrenci temsilcimiz, Myriam teşrif etti ve kimin hangi yurtta kalacağı belli oldu. Ben daha önceden mail atarak öğrenmiştim ama Erol ve Fırat’ın ki bilinmiyordu. İkisinin ki de GHB adlı diğer yurda çıkmıştı. Benimkisi ise ASK. Fırat, kendi sekreterleriyle kendi yurduna giderken, Myriam da bizimle ilgilendi. Yalnız biz sayıca biraz fazla olduğumuz için, arabasıyla durak ile yurtlar arasında birçok sefer yapması gerekti, kendisine saygımız sonsuz. J Almanların iş disiplinini bir kere daha görmüş oldum böylece, biz oraya vardığımızda herkesin odası, odanın, posta kutusunun vs.’nin anahtarları, yurtla ilgili belgeler, hem Almanca, hem İngilizce olarak hazırlamıştı. İsimlerimizi sorup hemen eşyalarımızı teslim ettiler. Odaya vardığımda eşyaları hemen koydum ve tekrar çıktım. 7, 8 kişilik bir grup okula internete girmeye gidiyordu. Ben de hemen aralarına katıldım. Böylelikle Furtwangen macerası başlamıştı. Daha sonra adlarını birkaç kez tekrardan soracağımı bilmeme rağmen herkesin adını sormuştum. J İlk karşılaştığım grupta 3 Brezilyalı, 1 Çek, 1 Nikaragualı vardı. Onları takip ederekten okulun yolunu kısmen de olsa öğrenmiş oldum. Daha sonrasında geçiçi olarak açılan bilgisayar hesabını ve şifresini de öğrenince, internete birkaç gün sonra tekrar erişmiş oldum. Şans eseri o anda çevrimiçi olan Xenapp’e ben iyiyim selamını verdikten sonra, Erol’u yanıbaşımda buldum. Myriam ile beraber okula gelmiş, beni de bulmayı başarmıştı. J Sonrasında ikimiz de sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemediğimiz için yiyecek arayışına giriyor ve yine burası 2. Türkiye dedirten şekilde birkaç kebap, döner dükkanıyla karşılaşıyor ve hemen tercihimizi yapıp ilk dönerlerimizi söylüyorduk. 2.5 €’luk fiyatın pahalı olduğunu tam kanaat getirirken, önümüzde bulduğumuz devasa döner fikrimizi hemen değiştiriyordu. Sonrasında en azından bu akşamlık ihtiyaçlarımızı karşılamak için yiyecek/içecek bir şeyler arıyor ve yine bir Türk marketi buluyor, pahalı da olsa, su da bulamasak da, bir iki yiyecek içecek bir şey alıp yarın da tekrar markete gitmek için belli bir yerde ve saatte buluşmak için sözleşip yurttalarımızın yolunu tuttuk, zira cep telefonlarımızı kullanmak oldukaç masraflı olduğu için, eski usül sözleşerek ayrılmış olduk. Akşam da zaten uykusuzluğun, yorgunluğun, halsizliğin sonucunda göz kapaklarının dirayetini yitirmesine karşı koyamayıp erkenden yumuşacık pamuk yatağımın yolunu tuttum. Tabii ki deliksiz bir uykudan sonra bir Cumartesi günü Furtwangen’a merhaba dedim. İlk kez bu defa, bu köydeki iş yerlerinin, dükkanların neredeyse çalışmadığına kanaat getirmiş oldum. Birçok yerde hafta içi 08.30 – 12.00 & 14.30 – 18.00 gibi çalışma saatleri vardı. Hafta sonları ise yok. J Evet birçok yer koca hafta sonu, 2 gün boyunca kapalıydı. Bunlar içinde birkaç istisna var. Süpermarketler ve benzin istasyonları. Bunlar da yine akşam 10’dan sonra kapalı ve de süpermarketler Pazar günü tamamen ortada yoklar. İşin ilginç yanı, Türkiye’de insanların çoğunun market alış-verişlerini Pazar günü yapar burada ise tablo tamamen tersi. Burada Pazar günü marketler tamamen kapalı. Hatta hafta sonu evinden çıkan sokaklarda dolaşan insan görmek neredeyse imkansız. Genelde evlerinde dinlenerek geçiriyorlar hafta sonlarını. Adapte olmak biraz zor. Hâlâ tam olarak adapte olabilmiş değilim. Belki de bunların bazılarının burasının küçük bir köy olmasından da kaynaklanıyor olabilir… İleriki günlerde daha net öğrenmiş olacağım(z)…

20 Eylül 2006

Bu yazı toplamda 8273, bugün ise 2 kez görüntülenmiş.

by buyruk | tags : | 6

Türkiye’de Son Günler

| Filed under Hayat

Perşembe gecesi 04’te uçağım kalkıyordu. İlk zamanlar, bu cümleyi söylerken bile doğruluğuna, gerçekliğine inanmıyordum. Çok sevip saydığım Alman Konsolosluğu vize başvurumu ancak 4 haftada değerlendirebildiği için sonlara doğru bu iş olmayacak galiba bile demeye başlamış, hatta okulun ne zaman açılıyor sorusunu soranlara da Marmara’nın açılış tarihi olan “ekim başı” ile cevap veriyordum. Derken pasaportum geldi ve işte Almanya vizem oradaydı. Daha tam anlamıyla rahatlayamadan sürenin 3 aylık olduğunu görünce tekrar sorular beynimde dönmeye başlamıştı. Neden, niçin… Ama en azından artık gitme imkanım vardı. Oturma izninin giriş yapıldıktan sonra verileceğini öğrendikten sonra biraz rahatladım, ve de daha önceden karşı okuldan gönderilen belgeleri tekrar incelediğimde oturma izni alınma konusunda yardımcı olunacağını okuyunca rahatlığım bir kat daha arttı. (: Sonraki her gün sanki bir vedalaşma gibiydi. Arkadaşlarla her buluşmada bir dahaki seferin aylar belki de yıl sonra olacağı aklıma geliyordu. Her gün annem (normalde de sorar, yanlış anlaşılmasın (: ) yemekte ne yemek istediğimi, babam bir eksiğim, bir gediğimin olup olmadığını soruyor, kardeşimle her fırsatta baskete gidip elimizdeki her fırsatı değerlendiriyorduk. Uçuşa birkaç gün kala birkaç işi halletmek ve arkadaşlarla görüşmek için İstanbul’a gidiyordum. Annemlerin, uğurlama antrenmanı böylece hız kazanmış oluyordu. ):

İstanbul’da günlerim çok yoğun geçti. Evden öğlen 12 civarlarında çıkıp gece 24, 01 gibi döndüm. Bu kadar yoğun günlerim pek fazla olmamıştı ama tabii ki pişman değildim. Orçun’un konukseverliği sayesinde, hem kendisini hem Hulki’yi, hem de Fener’de tanıştığım Ersin’i tekrar görebilme imkanım oldu. (Ayu tfenk yu) Bu kısa sürede DP tayfasıyla, Marmara tayfasıyla, takımdaşımla, aplaçıkla, büyük/küçük kardeşle görüşme/buluşma imkanını bulabildim. Her günün her saatin ayrı bir keyfi ve tabii ki yanında ayrı bir hüznü vardı. Aplaçığın hediyesini ancak Perşembe günü verebiliyor ve aynı zamanda hiç beklemediğim çok hoş bir jestle karşılaşıyordum. Böylelikle “Bill Amca”nın yerini alacak üzerinde 4’lü bir fotoğrafın bulunduğu yeni bir kupam oluyordu.

Sonrasında kardeşimle birlikte babamlarla buluşuyor, yolculuktan önceki son elektronik gedikleri gideriyorduk. Bir Fotoapparat (:, tabii bununla birlikte bir de pil şarj aleti alıyor, sayısı muhtemelen yüzlerle ifade edilebilecek fotoğraf serime burada başlamış oluyordum. Güzel bir yemekten sonra, annemlerle bir süreliğine ayrılıyor ve havalimanına gitmemiz gereken saatten sadece birkaç saat önceki Fenerbahçe – Randers maçı için Şükrü Saraçoğlu’na doğru yollanıyorduk. Belki de bu sefer gittiğim bir maçtan galibiyetle ayrılırız umuduyla başlıyorduk tezahüratlara, tabii bu sefer Kıvanç da vardı yanımızda. Fotoapparat testi, fotolarla, videolarla iyice hızlanmıştı. Yine 10 dakika içinde golü yiyor, stadta bir sessizlik hakim oluyordu. Ama bu sefer cevabımız gecikmiyor, ilk yarıyı 1 – 1 kapatıyorduk. İkinci yarının başında gelen gol, muhtemel bir fark için bizi heyecanlandırıyor ama kalan dakikalarda sonucu değiştirecek bir hareket iki taraftan da gelmiyordu. Maçın sonrasında yine babamlarla buluşuyor, havalimanını yolunu tutuyorduk. Yolu, güzergahı pek iyi bildiğimiz söylenemezdi, tahminlerle de olsa, hiç yanılmadan buluyorduk yolu. Uçuştan önce ekstra bir heyecan yaşamamış oluyorduk böylece. Sabiha Gökçen’in Atatürk havalimanından oldukça küçük olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor ve oldukça şaşırıyordum. Sonrasında check-in, pasaport kontrolü derken çıkış kapısında kendimizi buluyorduk. Hâlâ bana sanki Balıkesir’den İstanbul’a falan gidiyorum gibi geliyordu, hâlâ vaziyeti kavrayabilmiş değildim. Bundan sonra yolculuğa uçak kısmına geçiyorduk. Maceranın bu kısmına da “Yurt Dışında” başlığıyla diğer bir girdide devam edelim…

Bu yazı toplamda 3559, bugün ise 2 kez görüntülenmiş.

by buyruk | tags : | 6