12’isi olmuştu ayın. Çantayı toplamayı yine geç saatlere, en sona bırakınca fazla uyku alamadan düştüm yollara. Hedef İtalya olunca, her zamankinden bir 10, 15 dakika önceden gidildi otobüs durağına. Sonra Erol ile Fırat da belirdi. Hemen 9’ar €’ları toplayıp Baden-Württemberg biletimiz alıp yolculuğumuza başlamış olduk. Havalimanına ulaşmak 3 saat civarı sürecekti, ama bizim için bu pek fazla bir sorun değildi. Çoktan otobüs + tren seferleriyle çevre illere gitmeye alışmıştık.
Aktarmalarda bir sorun yaşamadan havalimanına kadar geldik. İlk izlenimimiz buranın 2.Dünya savaşından falan kalmış olduğu oldu. Cephanelik gibi yerler yapıp üstlerini de çim ve bilimum şeyle kapatarak kamuflajı sağlamışlardı. İçeriye girdiğimizde şaşkınlığımız birkaç kat daha arttı, zira beklediğimizden de küçük bir havalimanıyla karşılaşmıştık. Sabiha Gökçen’den daha küçük bir havalimanı göreceğimi pek sanmıyordum açıkçası ama bunları da görmek varmış. Şimdi de buradan daha küçük bir yer göremem diye düşünüyorum, hadi bakalım… Gerçekten bir havalimanında ihtiyaç duyulabilecek ne varsa koymuşlar gerisine karışmamışlardı. Check-in masaları, birkaç tane seyahat firmasının masası, lavabosu, ufak büfesiyle hemen hemen bütün havalimanını görmüş bitirmiş oluyordunuz. Sanırım pasaport kontrolü bile yoktu, muhtemelen sadece Avrupa Birliği içi uçuşlar yapıldığı için olsa gerek…
Her neyse, özellikle çantalarımız için endişeliydik en baştan beri. Kapasitelerince doldurmuştuk, pek de hafif değillerdi açıkçası. Sadece el bagajlarımız vardı, güvenliğe bırakacağımız bagajlar için ekstradan 10€ ödemek gerekiyordu çünkü. Sonra check-in’e gitmeden hemen önce bir yerde oturup ağır eşyaları çıkartıp sırayla check-in’e gitmeye karar verdik. Önce Fırat şansını denedi ve herhangi bir sorun çıkmadı. Çantayı bile tartmaya gerek görmediler. Biz de öyle olunca rahatladık ama yine de ne olur ne olmaz diyerek hafif versiyonlarla gittik masalara. Bizde de bir sorun çıkmayınca, ilk aşamayı tamamlamış olduk. Sonra baktık ki daha zamanınız var, tekrardan seyahatimize bir „ayar“ verelim diyerekten oturduk masanın başına. Önceden çıktılarını aldığım haritalar ve diğer dökümanları inceleyerek rotamızı belirlemeye çalıştık. Normal olarak takip etmeyi düşündüğümüz rotayı biraz aşarak sıkıştırarak belirlediğim rotanın pek hayrımıza olmayacağına kanaat getirdik. Gerçekten de pek mantıklı değildi, fazladan 2 şehir görecektik ama vaktimizin çoğunu yollarda harcamış olacaktık. Normal rotaya da yine bir iki eklemede bulunmuştum aslında. (: Ama pek fazla bir zaman kaybına yol açmıyordu bunlar ve yeni rotayı bu şekilde kabul etmiş olduk.
Rotamız da belli olduktan sonra yavaş yavaş son aşamaya doğru hareketlendik, çıkış kapılarına doğru yöneldik. İstanbul’da havaalanına girer girmez üstümün aranmasından sonra burada havalimanları oldukça rahat gelmeye başladı. Çıkış kapılarına gitmeden önce aranıyorsunuz sadece. Yalnız bununla ilgili bir şöyle bir durum aklıma geldi sonraları, havalimanına giriyorsunuz, direk check-in’e verdiğiniz bagajlar hiç aranmamış oluyor. (!?) Ama sanırım herhalde uçağa yüklenmeden önce aranıyordur bir şekilde yoksa, yok yok, aranıyordur kesin.
Sadece el bagajlarımız olduğu için biraz dikkatli olmak durumundaydık. Avrupa’da geçerli olan yeni yasayla artık yanınıza sıvı alırken dikkatli olmanız gerekiyor. Sıvıların içinde bulunduğu şişe/kapların hacmi 100ml’yi geçmemesi gerekiyor. Bütün bu tip şişelerinizi de yine boyutu belli olan küçük bir plastik poşette bulundurmanız gerekiyor. İşin garip tarafı, örneğin, elinizde 150 ml’lik bir kap/şişe var ama bunun sadece 30 ml’lik kısmı dolu, bunu yine de yanınıza alamıyorsunuz. Nitekim bu yasaya biraz aşikar olsak da tam ayrıntıları bilmiyorduk. Erol da bunun ilk kurbanı oldu. Yanına aldığı jöle kabı 150 ml olunca içinde her kadar çok az bir şey kalmış olsa da buna izin vermediler. O da içindeki jöleyi başka bir poşete aktarınca problem çözülmüş oldu. Fırat bu sırada hiç problem yaşamadan geçmişti. Sıra bendeydi, ama benim de unuttuğum, atladığım bir husus vardı. Hoplaya zıplayarak aldığım, ilk defa tam anlamıyla kullanma fırsatını bulacağım üç ayağımda yanımdaydı tabii ki. Sorun, kendisinin metal olması ve açılınca da kendisinin görevlilerin öngördüğü üzere tehlikeli sayılabilecek boyutlara ulaşabiliyor olmasıydı. Hal böyle olunca, bilete verdiğim para kadar parayı bir de bagaj için vermek zorunda kaldım. Aslında üç ayağı dışarıda bir yere saklayıp geri dönünce de pekala orada bulabilirdim zira bölge çok tenha ama İtalya’ya da götürmeyeceksem ne anlamı kalırdı? Neyse efendim, çantayı da oraya verdikten sonra artık rahat rahat geçerim diye düşünüyordum ki bu sefer botlarda sorun çıktı. (?!) Çantam olmadığı, e montumda da fazla bir şey olmayınca onlarda bir şey bulamadılar, her nasılsa botlara bakmak istediler. İlk önce o küçük aletleriyle aradılar sonra da botları çıkarmamı „rica“ ettiler, bir de öyle baktıktan sonra sanırım tatmin oldular ve içeriye geçmeme izin verdiler. Orada da az biraz bekledikten sonra uçağa geçebildik. Ryan Amca’nın taktiklerinden biri de, aynı uçağa ard arda 2 sefer yaptırması. Uçak Pisa’dan geldi, yolcular indi, 15, 20 dakika içinde içerisinde bizlerle birlikte havalanıyordu. Gerçekten ilginçti. Zira uçağa girer girmez, yapılan bir anons vardı, lütfen „en hızlı“ şekilde yerinizi alın. Hemem işleri tamamlayıp kalkmaya çalışıyorlardı. Nitekim de başardılar. Daha önceki uçuşlarım hep gece olduğundan pencereden fazla izlenecek bir şey olmuyordu. Bu sefer saatin de daha 17 civarlarında olması havanın da fena olmaması sonucunda etrafı biraz da olsa gözlemleyebilme fırsatı buldum. Gerçekten de bulutların üstüne çıkmak güzel bir duygu. İnsana hayatın anlamını sorgulatıyor. :p Uçakta daha ilginç birkaç husus vardı tabii. Kanatlar hafiften kelebek misaliydi, biraz çalkantılıydı, buna da enteresan diyerek önümüze baktık. Ta ki, hissedilmemesi pek mümkün olmayan yakıt kokusuna kadar. Hakikaten bir benzin istasyonundaymışız gibi bir ortam olmuştu birden. Az sonra rahatlayabildik. Ama bunun nedeni, sorunun giderilmiş olduğu mu yoksa burunlarımızın alıştığımıydı bunu bilemeyeceğiz sanırım.
Zaten 1.5 saat civarı sürecek bir yolculuktu sadece. İkramlar ekstra ücret gerektirdiği için tabii ki es geçtik. Her ne kadar gitmeden önce hava tahminlerini kontrol etsek de, yine de Almanya’dan daha iyi bir havayla karşılaşacağımızı umuyorduk. Hiç de umduğumuz gibi olmadı. İndiğimizde hava kararmıştı zaten. Ama bir rüzgar bir yağmur, daha gezimizin ilk dakikasında golü yemiştik. Uçaktan inip havalimanına girene kadar bile ıslanmıştık bayağı. Ve asıl gol şimdi gelecekti. Yılın golü, daha önceden yaptırdığımız rezervasyon için Hertz’e yollanmıştık. Sonrasında 23 yaşından küçük olduğumuz için bize araba veremeyeceklerini söylediler. Halbuki sitelerinde Fırat ve Erol’un baktığı kadarıyla 21 yazıyordu. Asıl gol buydu tabii ki. Her şeyi, bütün planları arabaya göre ayarlamıştık, şimdi tekrar 0’a mı dönecektik. Artık yapacak başka bir şey kalmayınca havalimanındaki diğer şirketlerin şubelerini soruşturmaya başladık. Bazısında yine yaş sınırı vardı bazısının ise elinde araba yoktu, hepsi rezervasyonluydu, ve bazılarınınki talep ettiği ücret düşündüğümüzün çok üzerindeydi. En sonunda beklentilerimize yakın bir yer bulduk, ellerinde bir Opel Corsa vardı. İstemeyerek de olsa bunu kabul ettik. Önceki rezervasyonumuza göre hem daha küçük bir arabada seyahat edecek hem de daha fazla para ödeyecektik, ama başka çare yoktu, planları bozmak istemiyorsak…
Böylelikle arabamızı da almış olduk. Bu arada tam aklıma gelmişken ekleyeyim, Avrupa içi uçuşlar yapmanın bir farkı daha var. Almanya’dan İtalya’ya uçtuğumuz için herhangi bir pasaport kontrolünden geçmedik. Gayet rahat giriş, çıkışımızı yaptık. Dışarı çıktğımızda tekrar „güzeim“ havayı hatırladık. Hemen arabamızı bulup kontrol ettik, yan tarafından bir „girinti“ vardı, bunu söylemek için tekrar yazıhaneye döndük, görevli de „Merak etmeyin, tam kapsamlı sigortalısınız.“ diyerekten bizi geri yolladı. Bize göre hava hoştu. Bütün gün doğru düzgün bir şey yememiştik. Artık İtalya’da olduğumuza göre de bir pizza yiyebilirdik ama nerede, nasıl? Yolları, restoranları hiçbir şeyi bilmiyorduk, hava da gerçekten bize çok yardımcı oluyordu bu konuda. O yol benim, bu yol senin derken, bir şekilde dışarıya çıkmayı başardık (:, hatta daha sonra bir restoran bile bulduk. Tabii ki pizza sunuyorlardı. Dışarıdan göründüğü kadarıyla biraz öğrenci üstü bir mekandı ama artık acıkmıştık, en azından fiyatlara bakarız diyerek şansımızı denemeye karar verdik. Fiyatlar beklediğimiz kadar yüksek değildi. Özellikle de ön yemekler, şarap falan almayınca da fazla yükselmedi. Biz de tabii ki domuz vakasına dikkat ederek, -İtalyanca öğrenmeye bu noktada başlamış oluyorduk.- siparişlerimizi verdik. Biraz bekledikten sonra, pizzalarımıza kavuşmuştuk. Gerçekten de boyut olarak etkileyicidiler. 3 pizzayı aramızda paylaştık, farklı tatları denemek istiyorduk sonuçta, bu gezinin amacı da biraz buydu sanırım, farklı şeyleri denemek, tecrübe etmek. (: İyice de aç olunca hepsinin tadı birbirinden lezzetli geldi. Pizza için özel bıçakları bile vardı. Artık onun da özel bir ismi varsa kusuruma bakmayın. Gerçekten de bize yardımcı oldular. Sonrasında hesabı istedik, ne bahşiş olarak kesildiğini düşündüğümüz bir ücret dışında her şey yerli yerinde, yolundaydı. Kafamızı da biraz dinledikten sonra tekrar düştük yollara.
Hava gerçekten de çok kötüydü, silecekler falan son hızda çalışmasına rağmen bazen pek kâr etmiyordu. Baktık biz de böyle olmayacak, zaten yolumuzu bilmiyoruz, doğru düzgün bir şey göremeyince yolumuzu hepten bulamayacağız, hadi diyelim bulduk, böyle havada doğru düzgün dışarı çıkıp dolaşamayacağımız için yine bizim için fazla bir anlamı olmayacaktı. Güzergahımızı aynı tutarak biz de sıralamayı değiştirdik. İlk önce gezeriz diye planladığımız Pisa ve Floransa’yı en sona bırakarak, direk olarak rotamızı Venedik’e çevirdik. 341km kilometreydi gitmemiz gereken mesafe. Otobanlardan gidelim dedik, başladık yolculuğa. Erol 2 gündür hiç uyumadığı için onu arka koltuğa teslim ettik. Biraz kendine gelsin de halüsünasyon görmeyi bıraksın diyerekten. :p Yolda yapacak, görecek fazla bir şey yoktu, hava koşulları malum. Ama tabii ki arada video çekmekten de geri kalmadık. Trafiğin de uygun olduğu zamanları kollayıp arka fona da yanımızda getirdiğimiz müziklerden koyup birkaç tane yol videosu çektik, fena da olmadı hani.
Yolumuzun üzerinde ismini daha önce duyduğumuz şehirlerden Padova vardı. Eee, dedik buraya kadar gelmişken bir de Padova’yı görelim. Şehrin içine, en azından biz öyle sanıyoruz, daldık. Pek bir hareketlilik yoktu, hatta bizim gördüğümüz kadarıyla hiç yoktu. Biz de denk geldiğimiz bina, yapıtların önünde durup bir iki fotoğraf çekip yolumuza devam ettik. Arabayı durdur, herkes dışarı, üç ayağı kur, çat çat 2 foto, tekrar yola devam.
Bu şekilde sanırım 4 saat falan gittik, Venedik’in 10, 15 kilometre açıklarına kadar geldik. Konaklamaya uygun bir yer bulup otopark parasından kaytararaktan da uyuyacağımız yeri belirlemiş olduk. Sonuç olarak İtalya beklediğimiz kadar sıcak değildi, geceleri havanın iyice kötüleşeceğini düşünerek, çorap, havlu, kaban, sweat-shirt ne varsa üstüme geçirdim. Havluyu nasıl üstüne geçirdin demeyin, lütfen. Günün verdiği yorgunlukla uykuya dalmak pek prolem olmadı ama saat 5 civarlarında herkes uyandı. Biraz fazla soğuk olmuş olacak hava. Havalandırmayı çalıştırıp biraz ısındık. Hava soğuk olunca, ve de tabii araba gitmeyince, havalandırma da pek fazla işe yaramıyordu. Gaz vere vere bir şekilde ısındık ve kaldığımız yerden uykularımıza devam edebildik…
Bu yazı toplamda 16290, bugün ise 0 kez görüntülenmiş.
Leave a Reply