Perşembe gecesi 04’te uçağım kalkıyordu. İlk zamanlar, bu cümleyi söylerken bile doğruluğuna, gerçekliğine inanmıyordum. Çok sevip saydığım Alman Konsolosluğu vize başvurumu ancak 4 haftada değerlendirebildiği için sonlara doğru bu iş olmayacak galiba bile demeye başlamış, hatta okulun ne zaman açılıyor sorusunu soranlara da Marmara’nın açılış tarihi olan “ekim başı” ile cevap veriyordum. Derken pasaportum geldi ve işte Almanya vizem oradaydı. Daha tam anlamıyla rahatlayamadan sürenin 3 aylık olduğunu görünce tekrar sorular beynimde dönmeye başlamıştı. Neden, niçin… Ama en azından artık gitme imkanım vardı. Oturma izninin giriş yapıldıktan sonra verileceğini öğrendikten sonra biraz rahatladım, ve de daha önceden karşı okuldan gönderilen belgeleri tekrar incelediğimde oturma izni alınma konusunda yardımcı olunacağını okuyunca rahatlığım bir kat daha arttı. (: Sonraki her gün sanki bir vedalaşma gibiydi. Arkadaşlarla her buluşmada bir dahaki seferin aylar belki de yıl sonra olacağı aklıma geliyordu. Her gün annem (normalde de sorar, yanlış anlaşılmasın (: ) yemekte ne yemek istediğimi, babam bir eksiğim, bir gediğimin olup olmadığını soruyor, kardeşimle her fırsatta baskete gidip elimizdeki her fırsatı değerlendiriyorduk. Uçuşa birkaç gün kala birkaç işi halletmek ve arkadaşlarla görüşmek için İstanbul’a gidiyordum. Annemlerin, uğurlama antrenmanı böylece hız kazanmış oluyordu. ):
İstanbul’da günlerim çok yoğun geçti. Evden öğlen 12 civarlarında çıkıp gece 24, 01 gibi döndüm. Bu kadar yoğun günlerim pek fazla olmamıştı ama tabii ki pişman değildim. Orçun’un konukseverliği sayesinde, hem kendisini hem Hulki’yi, hem de Fener’de tanıştığım Ersin’i tekrar görebilme imkanım oldu. (Ayu tfenk yu) Bu kısa sürede DP tayfasıyla, Marmara tayfasıyla, takımdaşımla, aplaçıkla, büyük/küçük kardeşle görüşme/buluşma imkanını bulabildim. Her günün her saatin ayrı bir keyfi ve tabii ki yanında ayrı bir hüznü vardı. Aplaçığın hediyesini ancak Perşembe günü verebiliyor ve aynı zamanda hiç beklemediğim çok hoş bir jestle karşılaşıyordum. Böylelikle “Bill Amca”nın yerini alacak üzerinde 4’lü bir fotoğrafın bulunduğu yeni bir kupam oluyordu.
Sonrasında kardeşimle birlikte babamlarla buluşuyor, yolculuktan önceki son elektronik gedikleri gideriyorduk. Bir Fotoapparat (:, tabii bununla birlikte bir de pil şarj aleti alıyor, sayısı muhtemelen yüzlerle ifade edilebilecek fotoğraf serime burada başlamış oluyordum. Güzel bir yemekten sonra, annemlerle bir süreliğine ayrılıyor ve havalimanına gitmemiz gereken saatten sadece birkaç saat önceki Fenerbahçe – Randers maçı için Şükrü Saraçoğlu’na doğru yollanıyorduk. Belki de bu sefer gittiğim bir maçtan galibiyetle ayrılırız umuduyla başlıyorduk tezahüratlara, tabii bu sefer Kıvanç da vardı yanımızda. Fotoapparat testi, fotolarla, videolarla iyice hızlanmıştı. Yine 10 dakika içinde golü yiyor, stadta bir sessizlik hakim oluyordu. Ama bu sefer cevabımız gecikmiyor, ilk yarıyı 1 – 1 kapatıyorduk. İkinci yarının başında gelen gol, muhtemel bir fark için bizi heyecanlandırıyor ama kalan dakikalarda sonucu değiştirecek bir hareket iki taraftan da gelmiyordu. Maçın sonrasında yine babamlarla buluşuyor, havalimanını yolunu tutuyorduk. Yolu, güzergahı pek iyi bildiğimiz söylenemezdi, tahminlerle de olsa, hiç yanılmadan buluyorduk yolu. Uçuştan önce ekstra bir heyecan yaşamamış oluyorduk böylece. Sabiha Gökçen’in Atatürk havalimanından oldukça küçük olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor ve oldukça şaşırıyordum. Sonrasında check-in, pasaport kontrolü derken çıkış kapısında kendimizi buluyorduk. Hâlâ bana sanki Balıkesir’den İstanbul’a falan gidiyorum gibi geliyordu, hâlâ vaziyeti kavrayabilmiş değildim. Bundan sonra yolculuğa uçak kısmına geçiyorduk. Maceranın bu kısmına da “Yurt Dışında” başlığıyla diğer bir girdide devam edelim…
Bu yazı toplamda 3653, bugün ise 1 kez görüntülenmiş.
Leave a Reply